Hint kültürü çok tanrılılığı ile tanınan bir kültür. Yaşamın içinde var olan her duruma tanrısal bir güçle açıklık getirmek istediklerinden olsa gerek, Hindu kutsal metinlerinde yaşamsal her duruma karşılık gelecek bir cevap bulmak çok mümkün. Değişim mi? Çürüme mi? sorusu da buna dahil.
Örnekse tanrı Şiva’nın buna cevabı; “değişim” olacaktır. Çünkü O, “yaşam harekettir” der.
Hintlilerin meşhur tanrısı Şiva, hem yıkıcı hem de yaratıcı bir tanrı olarak tasvir ediliyor. Ve deniliyor ki; yıkım olmalı, böylelikle yaşam ve evren yeniden yeşerebilir, yeniler ortaya çıkabilir. Şiva’nın görevi de tam olarak bu; öncelikle yok etmek ve ardından yeniye yer açmak.
Şiva’nın dansının temsil edildiği Nataraja sembolünde Şiva, sol ayağını kaldırarak, sağ ayağı ile cehaletin sembolü olan ifrit ya da Mulayaka / Apasmara’nın üstünde durur, havaya kaldırdığı bir eli “korkusuz ol” anlamındadır ve bu figürde Şiva, bir alev çemberinin içinde resmedilir. Bu alev çemberi, sürekli değişen, yıkılıp, yeni baştan yaratılan, belirsiz ve kaotik görünen dünyayı ve kozmik düzeni sembolize eder. ( Ya da kozmik kaos) Nataraja, yani Şiva’nın kozmik dansı sembolünün detaylı anlatımı başlı başına bir yazının konusu olabilecek kadar derinliklidir. Ancak burada özellikle değişimi vurgulayan yönü ve cehaleti (sağlıksız egoyu) ayağının altına alarak sembolize etmiş olması özellikle bu yazımın konusu. Bu derin kültürde öyle detaylar vardır ki; örneğin cehaleti sol ayağının değil de sağ ayağının altına almış olmasında dahi çok derin anlamlar bulunur.
Sağ beyin psişenin (ruhun) dünyasıdır. Sezgisel yanımızdır, mecazi anlamlarla ilgilenir ve bedenin sol tarafını idare eder. Dolayısıyla psişeden gelen sesleri, hisleri sağ beyinle algılarız. Zihnin değil, kalbin alanıdır da denilebilir. Yani hem madde hem de mana dünyasında varolarak dengeli bir varoluşa geçebilmemiz için kalbin sesine ihtiyacımız vardır. Mantık ve analizin ötesinde bir varoluşun daha olduğunun ve ikisinin bir dengede işlemesinin elzem olduğunun ayırdına varmamız gerekir.
Bunun için korkusuz bir kalple eylemde bulunmaya, kalbe yaklaşmak için de egomuzu bir nevi terbiye etmeye ihtiyacımız vardır. Bu sayede maddi dünyanın ötesinde olana, yani psişemize bilinçli bir mesafeden bakabilir, yeri geldiğinde korkusuzca ruhun derinliklerine dalabilir ve yeri geldiğinde geri çekilebiliriz. Bunu yapabilme kaabiliyeti olan “ego”, yani “bilinç”tir. Böylelikle içsel dünyamızla yaptığımız bu bilinçli dans, yaşamsal bir dansa da dönüşür.
İçsel dünyamız açısından bakıldığında da, içsel dünyamıza farkındalık getirmek, gelişmek, büyümek, tekamül etmek, içsel güvenimizi pekiştirmek için de yıkıma ihtiyacımız var. İçeride de bir Şiva, eskiyi yıkmalı, yok etmeli ki, gelişimimizi engelleyen eskiye dair hiçbir şey kalmasın.
Bana göre tüm kadim bilgilerde, bilgeliklerdeki anlatıların hepsi de çok değerli ve hepsi de birer rehber yolumuzda. Eğer ki, sembolik anlamların içine, derinine nüfuz edebilirsek o zaman tüm bu mitlerin, hikayelerin, efsanelerin binlerce yıllık insanlık tarihinden günümüze kadar gelen ve insandan insana aktarılan paha biçilmez insanlık deneyimleri olduğunu görebiliriz.
Tanrı Şiva, çağdaş psikolojide anlatılan insan psişesinin binlerce yıl önceki anlatımıdır adeta… Çünkü Şiva, bize der ki; içinde yıkılması, yok edilmesi, mücadele edilmesi, savaşılması gereken “sen”ler var ya da “ben”ler var. Ve görünmeyen bir düşmanla savaşmak dünyanın en zor işlerinden biridir. Çünkü bilemeyiz, bu düşman neye benziyor? Onunla nasıl mücadele etmeliyiz? Öncelikle O’nu görünür kılmamız, fark etmemiz, karanlıkta olanı aydınlatmamız gerekir. Bir de Şiva’nın bize önerdiği mücadelenin, savaşın içsel bir savaş olduğunu, temsili bir savaş olduğunu, bir egoyu görme, bilme, dengeleme süreci olduğunu bilmeliyiz.
Çağdaş psikoloji de aynı bakış açısının altını çiziyor. Ben dediğin şey, yani egon (bilinç) sadece ve sadece psişenin bir parçasıdır. “Psişe yani Ruh, bilinçli ve bilinçdışı tüm duygu, düşünce ve davranışları içinde barındırır.” diyor ünlü psikiyatrist Carl Gustav Jung… Bilinç, Kişisel Bilinçdışı ve Kollektif Bilinçdışı aralarında iletişim olan bir sistem olarak anlatılır bu ekolde.
Burada bilinçli bir varlık olarak insan, ego ya da nefs ile kurduğu ilişkinin içeriğini düzenleyerek, bilinçdışı alanlara temas etmeye başlayabilir hatta yaşamını bu temasla yeniden düzenleyebilir vurgusu var. Tıpkı Tanrı Şiva’nın yaptığı gibi egonun bilinçli ya da bilinçsiz olarak bizleri soktuğu çıkmazlardan çıkış yolu olarak, içsel bir savaş, bilinçli bir yıkım ve yeniden yaratım öneriliyor. Bu yıkım, egonun ölmesi gereken parçalarını kast eder elbette.
Peki nedir bu bilincin ışığını yakmak? İçsel savaş nedir?
Ruhun karanlığında, gölgesinde kalmış ve hiç farkında olmadan yaşamlarımızı etkileyen, yaşamdaki hazzı, neşeyi, duygularımızı açıkça ifade edebilmemizi ya da duygularımızı ifade edemiyor oluşumuzu, mutluluğumuzu, yaratıcılığımızı, sağlığımızı, sevgiyi alma ve verme hatta yasımızı tutma biçimimizi etkileyen büyük bir denize ve oradan da bütün bir bilincin bir arada olduğu bir okyanusa bağlıyız her birimiz.
Öncelikle savaş, kendi gölge yanlarımızın yaşamlarımızda bizi nasıl da bir kukla gibi yönettiğinin bilinciyle başlıyor. Çünkü, bu içsel mücadele bilinçli bir hale gelmese dahi varlığını sürdürüyor, yaşamımızın dümenini bilinçdışımız ya da sağlıksız egolarımız eline alıyor. Bana kalırsa, içsel savaş bu dümeni kendi eline alma savaşı, mücadelesi. Yoksa içimizdeki karanlık taraflara, kabul etmediğimiz yanlarımıza, tutamadığımız yaslarımıza, dolu dolu yaşamamızı engelleyen düşünce ve davranış kalıplarımıza açılan bir savaş değil bu… Dümeni elimize alıp, iç dünyamızda kah aydınlık, kah karanlık, kah ışıklı, kah gölgeli olan yollarda bilinçli bir şekilde ilerleyebilme savaşı bu…
Yaşam zaten bir denge yolculuğu. Açık denizde dümen tutan bir kaptan ne geminin içindeki yolcularla, tayfalarla savaşır ne de geminin içinde yüzdüğü denizle… Her ikisini de bilinçli bir şekilde kullanmaya özen gösterir ve harekete geçmesi gereken bir tehlike görürse de harekete geçer.
Biz içsel yolculuğumuzda iz süren kaptanlar olarak, daha bilinçli olduğumuzda keyifli bir yolculuk yapabiliriz. Ve yolculuk bizi zorladığı zamanlarda da hem kendi deneyimlerinden hem de önceki denizcilerin deneyimlerinden oluşturduğu bilgi ve tecrübe birikimi ile sağduyulu eylemde bulunabilen bir kaptan gibi olabiliriz.
Eğer bunu yapmazsak, içsel dünyamızı tanımadan, içsel canlılığımızı arttırmadan bilinçli bir değişimin mümkün olabileceğine inanmıyorum. Olsa olsa doğal yasalar gereği, değişime kapılıp gidenler, yaşamda savrulup gidenler olabiliriz.
İçsel araştırma, gelişme, büyüme, anlama, yaratma isteği olmadığında, yerimizde sayıyoruz. Ve aslında yerinde saymak, geriye gitmek demek, Yerinde saymak bir çeşit ölüm. Değişim olmazsa, çürüme başlıyor. Yaşamın özünde var olan değişim ona katılmamızı, el vermemizi, birlikte yürümemizi istiyor. Yaşam bir davet… Bu davetin sesini daha net duyabilmek için içe bakmamız ve oradan aldığımız cevaplarla yaşam dansındaki değişime katılmamız birbirini takip eden çok doğal süreçler olarak işliyor.
Kendi kişisel deneyimlerimiz, kişisel bilinçdışımızda yer alan deneyimlerimiz ve kollektif bilinçdışında yer alan deneyimlerin her birinden faydalanmak, destek almak, o alanlarla temas kurmak, iletişime geçmek mümkün.
Değişimi, büyümeyi, canlılığı mümkün kılmak, içeriye bakmaktan ve tabiki bilincin ışığıyla içeri bakmaktan geçiyor. Bilinçsiz bir çürümeye kendimizi bırakmakla, yaşamın doğal akışında sürecin ilerlemesine izin vermek, ölmesi gerekenin ölmesine ve kendi küçük, egosal ölümlerimize bilinçli bir şahitlik etmek arasında fark var.
Tam da bu nedenli beden, zihin , duygular üzerinde çalışabildiğimiz, yaşamda varoluş halimize aymamızı, uyanmamızı sağlayan, ışığımızı çoğaltmak için cesaret veren her türlü bedensel, zihinsel çalışma çok kıymetli.
Benim için bunlar; sessizlik, yoga, meditasyon, bedeni dinlemek, dans, iyi müzik, sanat, yaratıcılık, mizah, arkadaşlık… Benim için ne olabilir? sorusu dahi çok işe yarar, bir bakarsın cevap farklı farklı şekillerde, zamanlarda kalbine düşüverir. Belki halihazırda kendinle, varlığınla, bedeninle, duygularınla temas edebilmeni sağlayan şeyler mevcut ve o zaman da bunun farkında olmak çok kıymetli…
İçeri bakmaya başlayınca, ilk başlarda sessizlik, karanlık, belirsizlik korkutsa da ışığı gittikçe büyüyen bir aydınlığın varlığına inanıyorum. Bu aydınlığın bir nebzesine dahi olsa dokunabildiğim için de müteşekkirim.
Karanlığımıza ışık tutmak, ışığı büyütmek, yaşamlarımızda kurban olarak değil, bilinçli birer yaşam yolcusu olarak ilerlemeyi seçenler olarak “bir”likteyiz.
Karanlık ve aydınlık yanlarımızı tanımak ve kabullenmek ve bu kabulden bilinçli ve doyumlu yaşamlar çıkarmak için, ben dediğimiz, içsel dünyamızın sularına dalmaya cesareti olanlar olarak “bir”likteyiz.
Esasen tek bir birey bile dışarıda kalmayacak şekilde, varoluştaki tüm insanlar olarak bu yolculukta “bir”likteyiz.
Dileğim bu “bir”likteliğin daha çok farkına varabilelim… Böylelikle değişim hem insana, hem doğaya, hem dünyaya hediyeleriyle beraber gelecektir.
Yıkılması gereken yıkılır.
Yenilenmesi gereken yenilenir.
Ölmesi gereken ölür.
Doğması gereken doğar.
Yeşermesi gereken yeşerir.
Solması gereken solar.
Değişmesi gereken değişir.
Çürümesi gereken çürür.
Peki sen bu muazzam değişimin içerisinde, neyi doğurmayı, nasıl bir yaşamsal varoluş sürdürmeyi seçiyorsun?
Peki, en derinde “bir”liğe nasıl bir varoluş sunmayı tercih edersin?
Belki bu sorularla birkaç dakika sessizlik, minik bir meditasyon ya da tefekkürde kalmak istersin.
Sevgiler, Seçil
İçsel dünyaya giriş kapısı bedenindir.
Online etkinliklerime davet almak istersen, www.nefesname.com ana sayfamdaki ingilizce formu doldur, abone ol… Kendini şifalandır…
Sayfamdaki diğer blog yazılarım için; https://www.nefesname.com/blog-secilsezernefesname
Nefesinle buluşmak için, "1 Aylık Nefesle Dönüşüm Programı" hediyeni hemen al... https://www.nefesname.com/
Comments