Latince “de-lira” kelimesinden türetilen delirium “yoldan çıkmak/çıldırmak” anlamına gelir. İlk kez 2500 yıl önce Hipokrat tarafından tanımlanan delirium, nörobilişsel bir bozukluktur.
Yazıma ilham olan şiirsel hastalık 😊
Görsel; "Delirium" by Mario Sanchez Nevado Graphic Art
İçeride ne var ki dışarıya çıkmak isteyen.. ?? durup dururken üstelik, bu soruyu duyarken yakaladım kendimi…
Sadece midemde bir ekşimeye kimi zaman bir acı hissi de eşlik ediyordu ve dudaklarımda tiksinti uyandıran bir şey görmüşüm gibi bir kıpırdama ve gerginlik vardı yine ama ilk değil ki bu…Yani çokça yakalarım ben kendimi böyle, sonra biraz müzik açarım ya da tv de bir şeyler işte geçip gider..ama bu ısrarcı soru da neyin nesi?? Nereden çıktı? -İçeride ne var ki dışarıya çıkmak isteyen?-
Şimdi hangisinin sırası bilemiyorum…zaten çok da meraklısı değilim içimde uyuyan enkazı kaldırmaya .. Enkaz dediysem öyle herkesin feyz alması gereken muazzam yaşam deneyimlerim olduğunu, dinleyen herkesin yaşamını boşa geçirdiğine hayıflanabileceğini kastetmiyorum.. :) Bu enkaz çok daha soyut olduğundan ben dahil benim gibi bir çok sıradan insanın hiç mi hiç ilgisini çekmez..
Bu acayip soru tıklım tıkış bir mahşer yeri gibi dolup taşan bu zihinin içinde kendine nasıl bir yer bulup da üstelik sonunda bir şeye benzeyebilen bir halde gayet cevap verilmeyi talep etmeye hakkı olabileceği de rahatlıkla söylenebilen bir soru olarak ortaya çıkabildi? Bununla da kalmayıp halen beni dürterek, çekiştirerek yaşamayı sürdürebiliyor? Yoksa diğerlerinden daha mı gerçek sahiden, neden görmezden gelemiyorum onu?
Başı sonu belli olmayan karman çorman bir halde birbirini çekiştirip duran düşünceler başlarını kaldırıp o harbededen kendini kurtarmak istiyor gibiler…ve en çok istekli olanı başını uzatıp elleriyle aralayarak gördüğü yere doğru adım atma cesaretini gösterebilecek…
Ben öyle işte bazen samimiyetle kendime yaklaşırsam içimdeki birşeyleri dışarıya çıkarabileceğime en azından hepsine olmasa da bazı düşünceleri azad edebileceğime inanırım…Ancak bu inancımın arkasından ne kadar gittiğime gelince evet sadece arkasından gidiyorum diyebilirim yani cesur bir şekilde önüme katmıyorum bu inancı.. Ben sürükleniyorum adeta onun ardından…Ama demek istiyorum dur bir dakika sana söyleyeceklerim var, öyle boş bir mankafa gibi sadece senin ardından silik bir iz gibi var olmak istemiyorum. Çünkü ne de olsa sen, ben olmadan hiçbir şeysin ..sana anlam veren benim..senin bana anlamsızlık verdiğini, ardından sürüklenen bir zavallı olduğumu düşündürttüğün anlarda dahi sen hiçbirşeysin… Şimdi madem ki bana bu soruyla geldin sevgili hiçbir şey sana çok büyük bir azap ve kendime aynı oranda büyük bir azad için ant içiyorum..
Seni küçük, sinsi, ve enerji hırsızı aylak.. Artık boşluğunu daha fazla benim varlığımla dolduramayacaksın..seni görüyorum…aslında hep gördüm.. Ama bu defa çok daha netsin, çok korumasız, ayan beyansın işte.. Bu halinle çok komik görünüyorsun..korkunç olmaya çalışan ama özünde çok gülünç ve zavallı küçücük bir şeysin..zavallı küçük şey… hazır olduğumda seni kucaklamayı düşünüyorum ama sadece düşünüyorum şimdilik..seni kucaklamayı istemiyorum henüz hiç böyle bir his yok…birazcık sana bakıp haline gülmek ve zavallı şey demek istiyorum, sefil bir parazit, acınası bir varlık.. Varlığını benim sayemde gösterebilen bir gölge…
Hem zaten sana sarılmak, seni koccaman kucaklamak istesem bile olmayan bir şeye, bir gölgeye, bir hiçliğe nasıl sarılabilirim ki? Mümkün değil, görüyorsun… senin acınası halinle eğlenmeyi, sana gülmeyi, ürkütücü olmaya çalışan ezikliğini görmeyi bıraktığım vakit belki sarılacak güzel bir yan görebilirim de sende işte o zaman belki olmasan da varmışsın gibi yapıp kucaklayabilirim seni..
Onun yerine aynanın karşısına geçiyorum, varlığının ağırlığından, aklımı çelen dağınıklığından, eciş bücüş bedeninin kasvetinden kendimi ayırmak istercesine yüz hatlarıma bana kendi girinti çıkıntılarından başka bir şey hatırlatmayan bir nesneye bakar gibi bakıyorum, ve saçlarıma diplerinde bir deri ve o derinin altında bir kafatası ve onun da altında bir savaş alanı hararetinde kaynayıp, anlamlandıramadığım sayısız görüntüleri sıralayan bir zihin yokmuşçasına dikiliyorum kendimin karşısında…
Öyle boş boş bakarsam biliyorum sen yok olacaksın birden bire, lamba şişesindeki cin gibi tıpkı …Puffff…
Kendimi senden ayırabilirsem artık beslenemeyen bir karaltı, büyüyemeyen bir gölge oluvereceksin… Yansıması olarak tutunabileceğin tek bir şey bile vermeyeceğim sana… Onun yerine dudaklarımı bir rujla renklendirip, saçlarımı tarayabilirim, belki toplarım yukarıdan güzelce, hoş bir topuz.. ve zihnimin içinden en sevdiğim şarkının sözlerini geçirebilirim mütemadiyen, o bitince bir başka en sevdiğim şarkı ve o kadar çok sevdiğim şarkı var ki benim üstelik…
O bitince hiç durmadan üstünden geçe geçe en ince ayrıntısına kadar hatırladığım ama hatırlamaya değer başkalarının yokluğu yüzünden yine dönüp dönüp aynılarında karar kıldığım, en favori anılarımı koyarım sıraya, o bitince de… bulurum işte, ellerimle tırnaklarımla kazar bulurum..
Böyle böyle yapışkan ellerini sıyırırım gövdemden, öyle ki o ellerin ta göğsüme, kalbimin içine kadar giriyorlar fütursuz, arsızca.. Yani sadece zihnimde bile değilsin… öylesine yılışık, ısrarcı bir parazitsin..
O kadar zavallı birşeysin ki seni kucaklayan birilerinin olması en iyi ihtimalle tüm evren üzerinde katrilyonda bir gibi…ben de o ihtimallerden birisiyim işte…, içimde yerleşmiş olman, benim bir parçam olduğunu ve sırf bu yüzden sevilmeye layık olduğunu doğrulamıyor, üstelik de kim, hangi insan kabullenmediği bir parçasını kendine ait sayar ki :)
Senin taktığın çelmeler yüzünden yürüyüşüm kamburlaştı, her çelmende ne kadar yürüyüşümü dikleştirmeye çalışsam da yüzükoyun yere kapanmak ister gibi görünüyorum.. Olur olmaz her yerde tasmalarını çözdüğün onlarca köpek, salyalarını akıtarak, beynimin kıvrımlarındaki kullanılmaktan en derinleşmiş yollarda beni kovalarken, yüzümde ustaca herşey yolundaymış gibi bir ifade takındığını zanneden bir ebleklikle dolanıyorum…Ama bu numaralar mide yanmalarıma hiç sökmüyor..
Bazı geceler üstümdeki yorgan nasıl da ağırlaşıyor.. ve zannediyor musun ki onun sen olduğunu anlamıyorum…Darmadağın bir yatağın içinden her gün aynı dağınıklıkta tekrarlanan günlere uyanıyorum…saçım başım, yüzüm gözüm, zihnimmm…
Sensiz bir beni ne kadar özlüyorum ve aynada yüzüme bakarken ne kadar güzel olurdu diye defalarca tekrarlıyorum… Sensiz bir ben…bunu düşünmekle dahi birden içime müthiş bir hafifleme hissi yerleşiyor.. İşaret ve orta parmaklarımın arasına sıkıştırıp birer çimdik alıyorum yanaklarımdan, hafifçe pembeleşen yanaklarım pembe bir gülüş olup parıldıyor ağzımın iki kenarında…
Birden kollarımı açarak kendimi kucaklarken buluyorum beni, sonra biraz daha sıkıyorum kollarımın arasında gövdemi, biraz daha, biraz daha… Unutuyorum tüm hücrelerime kadar işleyen o biçimsiz varlığı, belki biraz daha unutursam -yani onu, onun içimde olduğunu-…
Çok tanıdık bir hissi ilk defa, yeniden farkeder gibi kaçınılmaz bir biçimde görüyorum yine..
Belki diyorum yine - biraz daha unutursam- ve sesimi iyice kısarak tekrarlıyorum -yani onu, onun içimde olduğunu- … Gittikçe büyüyen gözbebeklerimden bir korku dışarıya kaçmak istiyor…hemen oracıkta yakalayıveriyorum… Ve dudaklarımın kenarını kontrol ediyorum hızlıca, evet halen gülümsüyorum…O kadar çok sıkmak istiyorum ki bedenimi, kendimi sevmeme engel olan küçücük bir gölge dahi giremesin araya istiyorum…
Comments